7 Kasım 2013 Perşembe

BU KÖPEKLER AÇLIKTAN ÖLÜYOR...


       Bu kadarına da insan üzülüyor değil mi? Bu köpeğin başına gelenler sadece gözünün kusuruyla bitmiyor...Çok değil 11 Haziran 2013 tarihinde çekilmiş video ve fotoğraflar bunlar...


Burası İzmir Menemen Maltepe köyü, ayağı kırılmış sarılmış ve buraya bırakılmış bir köpek. Gayet güzel bir hayvan aslında. Başına ne geldiği meçhul, tek bilinen onun da diğer köpekler gibi buraya bırakıldığı.
      Babam anlatıyor, "Köpekleri buraya bırakıyorlar, ardından belediye insanların bu köpeklerden rahatsız olmaması için buradaki tüm köpekleri toplayarak, daha uzağa sakin ve insanların bulunmadığı,  başka bir yere götürüyorlar. Köpeklerin çoğu da orada açlıktan ölüyor zaten."
      Evet zaten muhtaç olan bu ve bunun gibi köpekler vicdanlı insanlardan da uzaklaştırılarak açlığa mahkum ediliyorlar.  Bu nasıl düzen, bu nasıl vicdan bilinmez. Kimi suçlamak gerek bilmiyorum ama yapılması gereken tek şey buna bir çözüm yolu bulunması...
 
 















      

17 Temmuz 2013 Çarşamba

ÖLÜM BİZE NE KADAR YAKIN...


        Ölüm...Ne kadar soğuk ve klasik bir laf gibi geliyor... Hiç kimse bize ölümümüzü hatırlatmasın, ve hiçbir şekilde hatırlamayalım istiyoruz. Ama çevremizde ki ölümlere gelince üzülüyor, yorum yapıyor, çok bilmiş gibi konuşuyoruz... Oysa ne kadar uzağız, uzakta kalmaya çalışıyoruz.
 
       Kendi ölümü varken bunu unutup, bir başkasının ölümünü düşünüp, üzülmek nasıl bir şeydir. Din kurallarının başkaları için olduğuna inanmak gibi. İnsan ahiret namına hiç bir şeyi üzerine almak istemiyor, tüm bunlar insana ölüm'ü hatırlattığı ve sorumluluk yüklediği için mi?...
 
 
       Hangimiz gerçek manada tabutun içinde olduğumuzu hayal ediyoruz. Ama iş konuşmaya gelince her şey tamam. Hazır mıyız ölüme yoksa bizde hazırmış gibi rol mü yapıyoruz kendimize?...
Ne kadar da uzak ve soğuk şeyler yazıyorum böyle...Bana da zor geliyor tabi ki. Şimdiden canım sıkılmaya başladı bile...
      Evet sevdiğim ve değer verdiğim bir insanın ölümü beklemesi ve empati yapmaya çalışmamla canlandı bu düşüncelerim... O'nun için ağlamak istedim, hastalık ve yaşlılıkla boğuşurken en yakın olmuyor mu insan ölüme. Onun gibi düşünmeye başladığımda kendi ölümümü unuttuğumu fark ettim. Ve hiç üzerime alınmak istemediğimi. Ben de insanım ya işte "ölmek istemiyorum" dedim. Kaybolmak gibi de değil ki, yok olmak gibi bir şey bu...
       Ölüm varsa elbet te yaşarken yapılması gerekenler var. Rabbim bunları layıkıyla yerine getirmemizi nasip etsin inşallah. İlk önce elbette  ki kullanma kılavuzumuzu "Kur'an' ı okumamız, anlamamız ve ona göre yaşamamız lazım... Allah bizi kendinden uzaklaştıracak şeylerden korusun... Daha fazla bir şey yazmak istemiyorum. İstemiyorum işte... :((
      
      


30 Nisan 2013 Salı

OTİZMİ FARK ET, YAŞAMI PAYLAŞ!

OTİZMİ FARK ET, YAŞAMI PAYLAŞ!

Bu blogumda sadece kendi yazılarımı paylaşıyorum demiştim doğru alt kısmı bana ait yani ilk resimin üstündeki. Ve bende böyle birşeye duyarsız kalmanın anlamsız olduğunu düşündüm. Sonrası malüm İrem hanımın farkındalık yazısı mı desem ne desem bilemedim sanki ne dersem yerini bulamayacakmış gibi...

Boşuna demiyorum herşey annelere olan hayranlığımdan diye... İşte öyle bir örnek ki kendisi bir "anne" olarak hayranlık duymamak imkansız...
Otizm hakkında ve kendisi oğluşu Nazım Özgün hakkında bir yazı yazmış; farkettirmeye, yaşamı sorunlarıyla hep birlikte aşmayı, ayrımcılık yapmamamız gerektiğini belirtmiş...
Farkında olmayan biri olarak bende bu yazıyla artık farkındayım....Şimdi sizde Otizmi fark etmeye hazır mısınız işte buyrun;



 

ORTAK YAYIN YAZISI – M. İREM AFŞİN 2 Nisan 2013
Otizm… Yaşamın farklı bir penceresi…

Nisan… Aylardan bahar. Havada baharın müjdecisi kokular, yavaş yavaş açan çiçekler, cıvıltıları ile hayatımıza neşe katan kuşlar, güneşin sıcak ışığına kavuşan dünya. Nisan, ruhumuzu aydınlık günlerde ferahlattığımız ay.

Nisan, 2008 yılından bu yana, dünya üzerinde yaşayan milyonlarca çocuk ve aileleri için çok başka bir anlam daha taşıyor: OTİZM.

2 Nisan, tüm dünyada otizm konusunda farkındalık yaratarak otizmden kaynaklanan sorunlara çözümler yaratmak amacıyla, 2008 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Otizm Farkındalık Günü” olarak ilan edildi.

Her yıl, “Otizm Farkındalık Ayı” olan Nisan ayı boyunca dünya genelinde otizmin sorunlarını ve çözümleri konuşuluyor, araştırmaların teşvik edilmesi ve erken teşhisle tedavinin yaygınlaştırılması hedefleniyor.

Oğluşum Nazım Özgün ile otizm labirentine adım attığımız o ilk günden bugüne 8 yıl geçti.

Otizmin karmaşık fırça darbeleri yüzünden, hayatımızın yol haritasını yeniden tanımladık.

Bazen düşününce sanki otizmden önce bir hayatımız yokmuş gibi hissediyorum. Çok eskiden kendini fanusuna kapatmış ruh bebeğimin, şimdi benimle hayatı paylaşması nasıl bir mucizedir, çok iyi biliyorum.

Otizm, doğuştan gelişen, genetik altyapıya dayanan, karmaşık nörolojik-biyolojik tabanlı bir gelişim bozukluğu. Başkalarıyla etkileşimde bulunmayı engelleyerek bireyin kendi iç dünyasıyla baş başa kalmasına yol açan otizm, genellikle 3 yaştan önce ortaya çıkarak çocukların sosyal iletişim, etkileşim ve davranışlarını olumsuz olarak etkiliyor.

Amerikan Sağlık Bakanlığı verilerine göre bugün dünya genelinde okul çağındaki her 88 çocuktan biri otizm teşhisi alıyor. Otizm erkek çocuklarda kız çocuklara oranla 3–4 kat daha fazla görülüyor, her 54 erkek çocuktan biri günümüzde otizm riski taşıyor.

Dünyada son yıllarda şeker, kanser ve AIDS dahil olmak üzere bir çok hastalıktan daha fazla sayıda otizm teşhisi alınıyor.

Ülkemizde sağlıklı istatistikler olmaması nedeniyle, Otizm Platformu’nun öngördüğü verilere göre, tahmini olarak 550.000 otizmli birey ile 0–14 yaş grubunda 150.000 civarında otizmli çocuk bulunduğu “varsayılıyor.”

Otizmli bireylerin ebeveynleri, kardeşleri, yakın akraba ve çevreleri de hesaba katıldığı zaman, Türkiye’de her ile yayılmış durumda otizmden etkilenen 2 milyondan fazla vatandaşımızdan bahsedebiliriz.

Otizmin kapısını açmak için ilk önemli adım, erken teşhis.

Otizm, yaklaşık bir yaş civarında ilk belirtilerini gösteriyor. Annenin sesi ve gülümsemesi gibi sosyal uyaranlara bebeğin tepkisiz kalması veya tepkilerinde yavaşlık olması, göz teması kurmada zorluklar, motor gelişmede ve taklit becerilerinde gecikme, uyku ve yemek düzeninde sorunlar ilk belirtiler arasında sayılabilir. Çok yaygın bir yanlış kanı, özellikle erkek çocukların geç konuştuğu veya anne/babası geç konuşan çocukların da geç konuşacağı düşüncesi…

Ve erken teşhis, otizmli çocuğun gerekli eğitim ve tedavileri alarak hayata katılması için ilk önemli adım.

Eğer çocuğunuz;
  • Sizinle ve başkalarıyla göz kontağı kurmuyorsa,
  • İsmi söylendiğinde veya çağrıldığında dönüp bakmıyorsa, söyleneni işitmiyor gibi davranıyorsa,
  • Konuşmada yaşıtlarının gerisinde kalmışsa, başkaları ile söyleşiyi başlatma ya da sürdürmede belirgin bir bozukluğu varsa, basmakalıp, yineleyici (ekolali) ya da özel bir dil kullanarak garip konuşuyorsa veya konuşması hiç gelişmemişse,
  • Gözleri sık sık bir şeye takılıp kalıyorsa,
  • Anlamsız gülme veya ağlama krizleri varsa,
  • Parmağıyla istediği şeyi işaret ederek göstermiyorsa,
  • Oyuncaklara amacına uygun oynamayı beceremiyorsa, yaşıtlarının oynadığı oyunlara ilgi göstermiyorsa,
  • Ellerini kanat gibi çırpma, parmak uçlarında yürüme, kendi çevresinde veya eşyalar etrafında dönme, sallanma, çırpınma şeklinde garip ve yineleyici hareketleri (stereotipi) varsa,
  • Bir şarkının bir bölümünü tekrar tekrar söylemek, dolapların kapaklarını sürekli olarak açıp kapatmak, ayak parmaklarının ucunda odanın bir ucundan öbür ucuna koşturmak, bazı eşyaları döndürmek veya sürekli sıraya dizmek gibi çeşitli ilgi ve davranış takıntıları varsa,
  • Günlük yaşamındaki düzen ve program değişimlere aşırı tepkiler veriyor ve uyum sağlayamıyorsa,
  • Kendisine ve çevresine yönelik zarar verici davranışlara sahipse vakit kaybetmeden teşhis için uzmanlara başvurmak gerekiyor.



Otizmin tedavisi var mı?

Otizm, beş bilinmeyenli bir denklem gibi: Nedenleri tam olarak saptanamadığı gibi tek bir kesin tedavisi de günümüzde “henüz” mevcut değil! Otizm, toplumsal fark, ırk, dil, din gözetmiyor, çocuk yetiştirme biçiminizle veya sosyo-ekonomik koşullarınızla da ilgilenmiyor. Genetik faktörlerin yanı sıra, çevresel koşulların – yanlış beslenme, çevre kirliliği, kimyasal maddeler, yanlış ilaç kullanımı, ağır metaller, aşılarda bulunan bazı koruyucu maddeler vb.- otizmi tetiklediği düşünülüyor.

Otizmde biyolojik tedaviler ile ilgili çalışmalar devam ederken, bugün için kabul edilen en önemli tedavi aracı, erken yaşta verilmeye başlanan yoğun bireysel özel eğitim.

Doğal gelişim gösteren her çocuğun kendiliğinden öğrendiği her şeyi, otizmli bir çocuğa özel eğitim yardımı ile öğretmek zorundasınız.

Bu durum bazen iğneyle kuyu kazmaya benzese bile, her otizmli çocuk kendine göre bir öğrenme biçimine sahip. Önemli olan, kapıyı açacak doğru anahtarı bulmak.

Bilimsel olarak erken yaştaki çocuk için kanıtlanmış yoğun eğitim süresi haftada bireysel ve grup eğitimi olarak 40 saat. Oysa ülkemizde sosyal güvenlik kapsamında “otizm özel eğitim raporlu” çocuklar için aylık 6- 12 saat olan özel eğitim süreci, dünya genelinin oldukça gerisinde kalıyor.

Otizmli çocukların mutlaka eğitim sistemi içinde yer almaları gerekiyor. Çünkü eğitim, otizmli birey için her şeyden önce “tedavi” anlamına geliyor. Otizmi diğer engel gruplarından ayıran en önemli fark; erken tanı ve erken bireysel/kaynaştırma eğitimiyle otizmli çocukların sorunlarının büyük bir kısmını aşmaları.

Oysa yaşamın gerçeği hiç de böyle söylemiyor size! Oğlum Nazım Özgün ile okul öncesi eğitim, ilkokul ve ortaokul süreçlerinde yaşadıklarımız, ayrımcılık hikâyelerinden ibaret.

Otizmli/Aspergerli çocuk, genellikle bilgi eksikliğinden kaynaklanan dirençleri nedeniyle, okul yönetimleri, öğretmenler ve diğer veliler tarafından okulda “istenmeyen çocuk” ilan ediliyor.

Kaynaştırma raporlarına rağmen, okul idareleri otizmli kaynaştırma öğrencisinin kaydını almak istemiyorlar. Okul yaşamı esnasında yaşanan sorunların büyük bir kısmını hoşgörü, anlayış ve bilgi yetersizliğinin giderilmesi ile çözebiliriz, yeter ki toplum tarafından yaşamın her anında bizlere dayatılan en büyük “engel” olan ayrımcılığı yok edelim!

Otizmin oldukça karmaşık yapısı, otizmli bireyle birlikte ailesi başta olmak üzere yakın çevresindeki herkesi hayatın tüm evrelerinde etkiliyor.

Otizmli bir çocuğun ilerlemesinde en büyük sorumluluk ailelerde, en ağır yük de annelerin omzunda!

Otizmden etkilenen bireyin ve ailesinin her şeyden önce yalnız ve ötelenmiş bir hayata mahkûm edilmemesi için, özellikle doğal gelişim gösteren çocuk ebeveynlerinin toplumsal yaşamı bizimle paylaşmayı öğrenmeleri gerekiyor.



Oğluşum, benim uğur Böcüğüm, aldığım her nefesin anlamı, yaşam öğretmenim! O’nunla birlikte otizmle mücadele ederken, mutluluğun tek bir bakış veya tek bir kelimeden ibaret olduğunu görme fırsatım oldu. Seslenince dönüp bakması, ağzından tek bir kelime çıkması, ağlayıp öfke krizleri geçirmeden bir tam gün geçirmesi, benimle gezmeye, markete, restorana, sinemaya gidebilmesi, kendini hayatın gündelik akışında veya okul hayatı içinde idare edebildiğini görmek için yıllarca sabırla bekledim.

Biz ikimiz, çok başka bir yerden, büyük bir boşluktan, hiçlikten, sessizlikten, kapalı bir fanusun içinden geliyoruz. Yoku çok, azı fazla, yaşam sevincinin dibine vuran, hayatı farklılıkları ile yaşamayı öğrenmek zorunda kaldığımız bir uçurumun taa en dibinden geliyoruz.

Öyle bir yerden geliyoruz ki, “gelmez, düzelmez, hayata katılmaz, konuşmaz, kendini seslendirmez, hayatı anlamaz, anlatamaz, asla paylaşamaz, duygularını gösteremez, hissedemez, arkadaş olamaz, okuyamaz, hiçbir zaman tam öğrenemez, hatta sevemez” demişlerdi…

Hepsinin ne kadar boş olduğunu yaşama sımsıkı tutunmasıyla gösteren oğluşumun annesi olmak kadar beni hayatta tanımlayan bir şey yok!

Son 8 yılda ailemiz haline gelen otizm topluluğunun içindeki her otizmli çocuk benim de çocuğum, otizmli anne-babalar ise yoldaşım.



Onlardan sadece biri olarak diyorum ki, gündelik hayatın içinde karşılaştığınız ağlayan bir çocuğu yargılayıp, annesine laf etmeden önce bir an düşünün. Çocuğunuzun sınıfında otizmli bir çocuğun da olmasının, farklılıkları yaşayarak öğrenecek kendi çocuğunuza da faydası olacağını lütfen unutmayın.

Her yıl Nisan ayı, Türkiye’de otizm adına yeni umutlar, yeni adımlar demek…

Eğer siz de “Otizmin farkındayım, ama fark etmek yetmez, yaşamı paylaşmak gerek!” diyorsanız, otizmli çocukların ve anne-babalarının seslerine kulak verin, sesimize ses katın, otizmin bilinirliği ve sorunların çözümü için gönüllü destek verin ki, çocuklarımız hep beraber büyüsün.

Çünkü her çocuk farklılıkları ile yaşamda yer almayı hak eder!

Nisan Dünya Otizm Farkındalık Ayı’nda yaşamı paylaşan herkese yürek dolusu selam olsun!

OTİZMİ FARK ET, YAŞAMI PAYLAŞ! Kampanyası:

Otizmi fark et, fark ettir! Farkında olman yetmez, yaşamı paylaş! Yaşamı paylaşmak, sorunları paylaşmaktır. Ayrımcılık yapma, otizmliye engel yaratma!

#otizmifarketyasamipaylas

M. İrem Afşin

Nazım Özgün'ün Annişi

Otizm Aktivisti

31 Ocak 2013 Perşembe

EVLİLİKTE SEN VE BEN’LE BİZ OLABİLMEYİ BAŞARABİLMEK….



        Neden hep eskiler özlenir ve iç geçirilip anımsanır sanki…İlk tanıştığınız zaman, ilk buluştuğunuz gün, ilk sözlenme, nişanlanma ve hatta evliliğin ilk birkaç ayı. Şimdisini  yaşamalı insan oysa;  karşısındakinin hislerini önemsedikten, değerini kaybettirmeden, onu başka insanlardan daha az değerli görmedikten sonra hiç arkasına bakıp iç geçirebilir mi insan. Sadece bir anı olarak kalmaz mı yaşamında eskileri….
       Bir yazar tarafından; yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yorulduklarını anlatan hüzünlü bir ilişki içerisinde buldum kendimi; bir karı koca hikayesi. Bana göre birlikte yaşamayı öğrenemeyen insanların ilişkisi; gidip istediği hayatı yaşamayı düşünen fakat bir türlü gidemeyenlerin öyküsü. Evliliklerde insanlar evet “evliliği öğreniyorlar” fakat ya karşı tarafı hissederek onunla birlikte yaşamayı “hayır”. Karşımızda ki insan için, kendi isteğimizle; alışkanlıklarımızdan vazgeçmekte çirkin değildir aslında. Aksine güzeldir, değerlidir; ortak bir noktada buluşabilmek. Fakat herkes zihninde, bir olması gerekeni programlıyor sanki. Erkek için; evine geç gitmemek, daha çok çalışıp para kazanmak, yapılan yemekleri beğenmek, belki beğenmese bile destek olmaya çabalamak, her zaman eşinin yanında olduğunu hissettirmeye çalışmak. Kadın için ise; yemek hazırlamak, çamaşırları yıkamak, ütü yapmak, bulaşıklarla ilgilenmek, eşi için süslenmek, eşinin ilgisini başka kadınlara çekmemeye çalışmak ve işi konusunda  her zaman eşinin yanında olduğunu hissettirmeye çalışmak.
       Neden hep uzun süren evliliklerin ardından; özellikle çocukları büyüttükten sonra bir tarafın kendini bulması, kendini yaşayabilmesi için eşini terk etmesi gerektiği inancı savunulur. Neden hep yapıcı değil yıkıcı çözümler geliştirilir. Hayatta birbirine yakın iki kişi karı kocayken, çekip gitmeyi göze alan kişi; sonrasında, kiminle, kaç kişiyle ne yaşarsa yaşasın, eşinin yerini hiçbir yaşanmışlığın doldurmayacağını bilse de neden bir heves uğruna kendini belirsizliğin, hatta mutsuz ilişkilerin içine sokar .
      Bize evliliği anlattılar evet ama eksik, tek yönlü anlattılar. Belki evliliği koruyabilme iç güdüsünün yoğun hissedilebilmesini sağlayabilmek “aman ha” yanlış yönlendirmelere mahal vermemek için. Belki de kendi evliliklerinde ki sorunların çözümü sandıklarını anlatabilme çabasından.  En çok ta katlanılması, vefakâr olunması, fedakâr olunması gerekliliği kafamıza vuruldu, vuruldu. Evliliği öğrenmeye programlandık ama iki kişi bir olmayı, birlikte yaşamayı öğrenemedik. Ve yaşayarak, hissederek öğrenemeden ailemizi çoğaltmaya, yeni bireyler yetiştirmeye başladık. Hep içimizdeki “ben”i yaşayamadığımız, evlilik standartlarının dışına çıkmamamız gerekliliği inancıyla boğuşup dururken bir gün çocukların büyüdüğü ve artık çekip gidebilmenin; ardında kalanlar için değil kendimiz için yaşanması gerektiği inancına bürünüp acımasızca; hiç bir şey yaşamamış gibi kendimizi belirsizliğe ittik.
        Eğer öğrenseydi çekip giden; iki kişi bir olarak yaşayabileceğini ve zor gibi görünen; eşinin ihtiyaçlarının önemsenmesi, sosyal hayatın birlikte paylaşıldığında anlam kazandığını. Bilebilseydi kalan; eşi onunla bir şeyler paylaşmak istediğinde bana uymaz demeyip ortaklaşa kendi isteklerine uyum sağlamayı ve birlikte konuşmayı başarabilseydiler, ne eskiyi arayan olurdu ne de çekip gitmeyi fırsat kollayan…

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kiracı ve Ev Sahibi Misali...


      Ne acı aşkı kaybettiğini  bilip te hala onu aramaya ümit etmek...Tükenmişlik hissinin sonu ne? Ne yapmalı şimdi...
      Bu kadar güçlü olurken kendi içinde, aşka kendini bu kadar yenik saymak, vazgeçmek...Kiracı ve ev sahibi misali, kiracıysan bir çok evin var istediğin zaman değiştirebilirsin; değişiklik istediğinde, içinde bulunduğun evden huzursuz olduğunda, canın sıkıldığında, sebepsiz bir şekilde...birde ev sahibi olmak var, her şeyini o evle paylaşmışsındır ve paylaşacaksındır. Evini değiştiremezsin herhangi bir sebepten dolayı ama onarım yaparsın, yenilik, değişiklik yapabilirsin. Tek bir evin vardır ve senindir, ve sende onun... Aşk misali hep kiracı olmak istemedik mi, hep öyle olmadık mı? İstediğimiz zaman; değişiklik istediğimizde, huzursuz olduğumuzda, canımız sıkıldığında herhangi bir yalanla veyahut sebepsiz bir şekilde terk etmedik mi?...Üstelik, tek bir kişi varken hayatımızda,  onun bize aitliğini bilirken; onu kendimiz gibi kabul etmek varken, her şeyi onunla paylaşmak ve paylaşacak olmak varken...İçimizdeki tutku, aşk, sevgi ile onu asla değiştirmeyi düşünmezken ilişkiyi onarmak, beraberce daha da sağlamlaştırmak varken, kendi içimizde yenilik ve hep değişik yapmak varken, sadakatlik, bağlılık dürüstlük varken...Kiracıyız hepimiz ve kimi zaman ev sahibi; izin veririz kiralanmaya, belki bilerek, belki bilmeyerek...Oysa gidicidir kiracıdır ya oda bilmeden...
      Vazgeçtim senden, uzak dur benden demenin bir o kadar zorluğu, yüreğine ancak ve ancak kendisini sığdırabilmenin anlamsızlığı...Ve sen sevgili ve senin sevdan sevgili her ikinizde bana fazla geldiniz, böylesi aşka susamışlık varken bile bende...Böylesi yürekten inanmak, alışmak varken sana ve sevgine...Oysa şimdi anladım çekip gitmek ne kadar zormuş, kalan kadar zor olmasa da belki.



22 Haziran 2012 Cuma

Kendi Hayatımızı Ne Kadar Yönetebiliyoruz?...

 

   Aslında insanın yapması gereken şeyi bilmesindense, bildiklerini hayatına şekillendirerek uygulayabilme kabiliyeti olmalı. Ne kadar çok şey bildiğimiz değil, doğru bildiklerimizle hayatımızı ne kadar yönlendirebildiğimiz önemli...

      İnsanın bildiğini, doğru bulupta yapmadığını, yapmadığından ötürü hataya düştüğünü ve bu sebeple ilerleyemeden aynı yerde
kaldığı şeye, bu inanılmaz tepkisiz kalışı, görmezden gelişi neden?

      Kimisi evet insanoğluna verilen düşünme yetisini kullanır fakat doğru tasarruf edemez, kimisi ise düşünmeden yalan yanlış tavırlar sergiler. Her iki kimsede doğruda değilken, neden insanoğluna sunulmuş düşünmenin ötesine geçemiyoruz. Düşündüklerimizi hayatımızda uygulayamıyoruz. Düşünmekle üzerimizdeki sorumluluğun kalktığı inancı nereden geliyor. İçimizdeki kötü vesveseye meyletmemizin sebebi ne? Bu iç savaşta galip gelenlerin silahı ne?

Evet Zor Olabilir Ama...



            İnsanın pekte değişmeyi tercih ettiğini söyleyemem. Babamızın veya annemizin beğenmediğimiz yönlerini ister istemez alıyor her ne kadar olmaması gerektiğine inansak yahut olmasa daha iyi olur desekte o özelliği kendi çocuğumuza kadar taşıyoruz. Kabaca beğenmediğmiz bir üretime "biz" devam ediyoruz. Öyle ki sevdiğimiz insan beğenmediğimiz yönüyle ilgili bir başkasıyla çatışma içine girse sonuna kadar onu destekliyor hatta o yönü git gide kabulleniyor, içselleştiriyoruz.

      Sanırım değişebilmeyi kabul etmiyoruz; belki eksiklik acizlik gibi tanımlıyor, olduğumuzdan farklı davranmamak adına umursamıyoruz. Oysa insan değişebilir. Evet zor olabilir ama kendine has bir olumsuzluğu dahi değiştirebilir. Tek başlangıç isteyebilmekte açıkça...