Neden hep
eskiler özlenir ve iç geçirilip anımsanır sanki…İlk tanıştığınız zaman, ilk
buluştuğunuz gün, ilk sözlenme, nişanlanma ve hatta evliliğin ilk birkaç ayı.
Şimdisini yaşamalı insan oysa; karşısındakinin hislerini önemsedikten,
değerini kaybettirmeden, onu başka insanlardan daha az değerli görmedikten
sonra hiç arkasına bakıp iç geçirebilir mi insan. Sadece bir anı olarak kalmaz
mı yaşamında eskileri….
Bir yazar
tarafından; yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yorulduklarını anlatan hüzünlü bir
ilişki içerisinde buldum kendimi; bir karı koca hikayesi. Bana göre birlikte
yaşamayı öğrenemeyen insanların ilişkisi; gidip istediği hayatı yaşamayı
düşünen fakat bir türlü gidemeyenlerin öyküsü. Evliliklerde insanlar evet
“evliliği öğreniyorlar” fakat ya karşı tarafı hissederek onunla birlikte
yaşamayı “hayır”. Karşımızda ki insan için, kendi isteğimizle;
alışkanlıklarımızdan vazgeçmekte çirkin değildir aslında. Aksine güzeldir, değerlidir;
ortak bir noktada buluşabilmek. Fakat herkes zihninde, bir olması gerekeni
programlıyor sanki. Erkek için; evine geç gitmemek, daha çok çalışıp para
kazanmak, yapılan yemekleri beğenmek, belki beğenmese bile destek olmaya
çabalamak, her zaman eşinin yanında olduğunu hissettirmeye çalışmak. Kadın için
ise; yemek hazırlamak, çamaşırları yıkamak, ütü yapmak, bulaşıklarla
ilgilenmek, eşi için süslenmek, eşinin ilgisini başka kadınlara çekmemeye
çalışmak ve işi konusunda her zaman
eşinin yanında olduğunu hissettirmeye çalışmak.
Neden hep uzun
süren evliliklerin ardından; özellikle çocukları büyüttükten sonra bir tarafın
kendini bulması, kendini yaşayabilmesi için eşini terk etmesi gerektiği inancı
savunulur. Neden hep yapıcı değil yıkıcı çözümler geliştirilir. Hayatta
birbirine yakın iki kişi karı kocayken, çekip gitmeyi göze alan kişi; sonrasında,
kiminle, kaç kişiyle ne yaşarsa yaşasın, eşinin yerini hiçbir yaşanmışlığın
doldurmayacağını bilse de neden bir heves uğruna kendini belirsizliğin, hatta
mutsuz ilişkilerin içine sokar .
Bize evliliği
anlattılar evet ama eksik, tek yönlü anlattılar. Belki evliliği koruyabilme iç güdüsünün yoğun hissedilebilmesini sağlayabilmek “aman ha” yanlış
yönlendirmelere mahal vermemek için. Belki de kendi evliliklerinde ki sorunların
çözümü sandıklarını anlatabilme çabasından.
En çok ta katlanılması, vefakâr olunması, fedakâr olunması gerekliliği
kafamıza vuruldu, vuruldu. Evliliği öğrenmeye programlandık ama iki kişi bir
olmayı, birlikte yaşamayı öğrenemedik. Ve yaşayarak, hissederek öğrenemeden
ailemizi çoğaltmaya, yeni bireyler yetiştirmeye başladık. Hep içimizdeki “ben”i
yaşayamadığımız, evlilik standartlarının dışına çıkmamamız gerekliliği
inancıyla boğuşup dururken bir gün çocukların büyüdüğü ve artık çekip
gidebilmenin; ardında kalanlar için değil kendimiz için yaşanması gerektiği
inancına bürünüp acımasızca; hiç bir şey yaşamamış gibi kendimizi belirsizliğe
ittik.
Eğer öğrenseydi çekip giden; iki kişi bir
olarak yaşayabileceğini ve zor gibi görünen; eşinin ihtiyaçlarının önemsenmesi,
sosyal hayatın birlikte paylaşıldığında anlam kazandığını. Bilebilseydi kalan;
eşi onunla bir şeyler paylaşmak istediğinde bana uymaz demeyip ortaklaşa kendi
isteklerine uyum sağlamayı ve birlikte konuşmayı başarabilseydiler, ne eskiyi
arayan olurdu ne de çekip gitmeyi fırsat kollayan…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder